İşte bütün mesele bu…
Tam Kıbrıs’tan yeni ayrılmışken, seçimlerde de yaklaşıyorken, akademik değil belki ama kişisel—ve aslında hayatımızdaki her şey gibi politik—bir meseleden söz etmek istiyorum bu yazıda: Kuzey Kıbrıs’ta kalmak ya da kalmamak… Ya da kalamamak!


Tam Kıbrıs’tan yeni ayrılmışken, seçimlerde de yaklaşıyorken, akademik değil belki ama kişisel—ve aslında hayatımızdaki her şey gibi politik—bir meseleden söz etmek istiyorum bu yazıda: Kuzey Kıbrıs’ta kalmak ya da kalmamak… Ya da kalamamak!
***
Ben 2007’de yerleşmiştim Kıbrıs’a. Hem de doğrudan Amerika’dan gelmiştim. O yüzden olsa gerek, yetersiz toplu taşıma bile gözüme batmamıştı. Üstelik KKTC’nin ücra sayılabilecek Kalkanlı köyündeydim. O zamanlar hala “Kıbrıs birleşebilir” inancı hakimdi. Ortalık iyimserdi. Çalıştığım ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü henüz iki yaşındaydı. Çalışanları küçük bir aile gibiydi; herkes umut ve enerji doluydu. İddialı bir projeydi ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü: hem nitelikli öğrenciler çekecek, hem bilim üretecek, hem de Güzelyurt çevresini kalkındıracaktı. O zamanki rektörümüzle her konuda anlaşamıyorsak da tanıdığım en dürüst ve çalışkan insanlardan biriydi. Liyakat en temel değerdi ve herkes ana kampüsün Ankara’da yarattığı değerin küçük bir benzerini Kıbrıs’ta yaratabilmek için hummalı bir çaba içindeydi. Bunları niye yazıyorum? Çünkü birazdan bahsedeceğim Kıbrıs gelişmeleriyle birlikte bu hayaller de birer birer suya düşecekti ve ben de 2022’de ODTÜ’den atılarak tekrar yurtdışına göç etmek zorunda kalacaktım. Yani benim için mesele Kıbrıs’ta kalmak ya da kalmamak değil, “kalamamak” oldu.
***
Her neyse… İlk geldiğimde beni en çok çarpan şey, Kıbrıs’ın Türkiye’nin turistik bölgelerine kıyasla ne kadar bakir kaldığıydı. AVM’lerin olmayışı da cabası. Benim gözümde bunlar, burada hâlâ vahşi kapitalizmin tam anlamıyla kök salmadığının işaretiydi. O günlerde Kıbrıs’ta hâlâ başka bir ihtimal, farklı bir yaşam biçimi mümkünmüş gibi görünüyordu. Bu çağda, böylesi bir yaşam köşesi bulmuş olmaktan sevinç duymuştum. Üstelik güvenli ve sakin oluşu, bir yaşındaki çocuğuyla tek başına yola çıkmış bir anne için tarifsiz bir nimetti.
***
Zamanla Kıbrıs’a daha çok bağlandım. Yeni sebeplerim de vardı üstelik. Öncelikle eşimle tanıştım, burada aile kurdum. Ama mesele sadece bundan ibaret değildi. Kıbrıs, beni keşfettikçe hayran bırakan doğası ve tarihiyle olduğu kadar, benim için küçük ama güvenli bir limana dönüşmesi sebebiyle de kıymet kazandı, özellikle de Türkiye’deki gidişat kötüleştikçe. Nitekim Ergenekon, Balyoz vb. davaları furyasında yakın bir gazeteci arkadaşımın tutuklanması Türkiye’de bir şeylerin fena halde ters gitmeye başladığının ciddi işaretlerinden biriydi. O dönem, Türkiye’de işler böylesine karanlığa sürüklenirken, AKP iktidarının Kıbrıs’ı adeta unutmuş ya da önemsemiyor oluşu, bu yüzden de burada hâkim kalan görece demokratik hava bana hayli şaşırtıcı geliyordu. (Gerçi bu “unutkanlık” fazla uzun sürmedi.)
Benim için Kıbrıs, tam da şu dizelerdeki gibiydi: “Ne dışındasın çemberin, ne de içinde.” Kıbrıs bir yandan Türkiye’de sevdiğim şeylerden —dostluk, sıcaklık, yemekler, iklim, kültür— beni mahrum bırakmıyor; öte yandan Türkiye’de nefret ettiğim şeylerden —siyasi baskı, din baskısı, kadına baskı, muhafazakarlık, sınıfsallık, “sen benim kim olduğumu biliyor musun” kibri— beni uzak tutuyordu. Üstelik Kıbrıs’ta 1 Mayıs’ı özgürce kutlamak, cop ve gaz yemeden protestolara katılmak benim gibi Türkiye’den gelenler için büyük bir siyasi lükstü.
***
Sorun şu ki, zamanla sevdiğim şeyler birer birer yok olmaya; sevmediklerimse çoğalmaya başladı. O bakir haliyle bana huzur veren Kıbrıs, yerini vahşi bir rantçılığa bıraktı. Önce Girne, koca koca binaların kuşatması altına girdi; ardından bu kuşatma, yavaş ama acımasız bir şekilde adanın neredeyse her güzel köşesine yayıldı. Bir zamanlar Boğaz’dan inerken görüp hayran kaldığımız o eşsiz Girne silueti, gözlerimizin önünde beton yığınına dönüştü. Yeni yapılaşmalar beraberinde sadece çirkinliği değil, kirliliği de getirdi: Deniz de pislendi. Bulanık, plastik atıklı sularda yüzmeye başladık. Eskiden Nisan’dan Kasım’a dek günlerimi, saatlerimi geçirdiğim Girne plajlarına belki son beş senedir hiç uğramaz oldum. Yine yapılaşma ile bağlantılı olarak trafik de kabus gibi çöktü kentin üzerine. Bir yerden bir yere gitmek için gereken süre birkaç sene içinde ikiye katlandı. Tüm bunlar bizim gözlerimizin önünde oldu; takriben 2009’dan itibaren, yavaş yavaş ama geri dönüşsüz bir şekilde.
Sadece bununla kalmadı tabi ki. Siyaset de bozuldu. Türkiye’nin—daha doğrusu AKP’nin—gölgesi adanın üzerine gitgide daha ağır düşmeye başladı. Belki yolsuzluk hep vardı ama sanki iyice ayyuka çıktı. Kuzey Kıbrıs’ı “Türkiyelileştirme” gayretiyle nüfus aktarımı arttı; iktidarın gözüne girecek yandaş siyasetçi arayışı derinleşti. Her köşe başında yeni camiler yükseldi, imam hatip okulu açıldı, iş ortaokul sıralarında başörtüsüne kadar vardı. Bununla paralel olarak seçimlere müdahaleler, fikir ve basın özgürlüğüne kısıtlamalar geldi. Kurumlar çürüdü. Mafyasından rüşvet çetelerine kadar Türkiye’de yaşanan kabusun aynısı, adım adım, aynı karanlık yüzüyle bu topraklara da sirayet etti.
Kıbrıs’taki çözüm umudu da zamanla yitti. En son 2017’de hissettiğimiz o heyecanın yerini, derin bir ümitsizlik aldı. KKTC, tarihinde belki de hiç görmediği kadar basiretsiz ve kifayetsiz hükümetlere sahne oldu. Onlarca skandal, sayısız başarısızlık yaşandı; ama kimsenin yüzü kızarmadı. Ölümlü trafik kazaları, bitmek bilmeyen elektrik kesintileri, iş cinayetleri, sağlık sistemindeki skandallar… Hepsi üst üste bindi, ardı arkası kesilmedi. Böylece Kuzey Kıbrıs’ta yaşamak, giderek yalnızca var olmaya değil, insanı tüketen bir direnişe dönüştü.
***
Bu koşullar altında gençler—özellikle de en başarılıları—çareyi adadan gitmekte buldular. Okumaya gidenler geri dönmez oldu; çünkü Kuzey Kıbrıs’ta ne yeteneklerini değerlendirecek bir yapı, ne de öğrendiklerini hayata geçirecek bir zemin mevcut. Döndüklerinde kendilerini geliştirebilecekleri bir ortam bulmaları da imkânsız. Liyakate dayalı, profesyonelce yönetilen, ya da en azından işini iyi yapana değer veren hangi kurum kaldı KKTC’de bu gençlerin çalışmak isteyeceği?
Velhasıl, seviyoruz hâlâ Kıbrıs’ı. Gençler için belki daha kolaydır çekip gitmek; ama bizim gibi yaşını başını almış olanlar için öyle kolay değildir ardında bırakıp gitmek. Zira hâlâ çok şey var bizi kendine bağlayan — havasını, suyunu bir yana koysak bile. Ben en çok dostluklarını sevdim mesela; o sıcacık insanını, samimiyetini… Telaşlı olduğum anlarda bile beni dinginleştiren o rahatlığını, güler yüzünü sevdim. Küçük bir kasabanın içtenliğinde laik ve modern bir yaşamı deneyimleyebilmeyi sevdim. Bir de itiraf etmeliyim ki, makiniste bile gittiğimde onunla sohbet edebiliyor olmayı, ya da polisiyle şakalaşabilmeyi sevdim. Kedilerini, köpeklerini, kuşlarını, kaplumbağalarını, eşeklerini de sevdim çok. İşte bütün bunlara alışmış bir insan için, yurtdışında yaşamak çoğu zaman bir imkân değil, olsa olsa bir züldür.
Evet… Kalmalı mı, gitmeli mi? Zor soru. AKP zihniyeti ve onun adadaki işbirlikçileri, elbette gitmemizi ister; olanlara hiç ses çıkmasın, bu talana engel olmayalım diye. Benim de adada çalışmamı engelleyip yurtdışına taşınmama sebep oldular. Bunu kendilerine büyük bir marifet sayıyorlardır, kim bilir. Ama ironik bir şekilde, bana şöyle de yararları oldu: Şimdi sistemi tıkır tıkır işleyen, herkesin kendi işine baktığı, başkasının ayağını kaydırmaya değil işini iyi yapmaya odaklandığı bir düzenin içindeyim. İşimi iyi yaptığım için yalnızca takdir gördüğüm, kendimi geliştirebildiğim ve oldukça verimli olabildiğim bir çalışma ortamındayım artık. Kim kaybetti?
***
Sonu seçimlere bağlamak gerekirse… Daha önce başkalarının da yazdığı gibi, bu seçim önemli bir eşik, belki de bir dönemeç. Elbette hiçbir aday mevcut durumu sihirli bir değnekle değiştirecek güce sahip değil, olmayacak da. Yapısal gerçeklikler bize gösteriyor ki, asıl iktidar değişimi Türkiye’de olmadıkça, burada da köklü bir dönüşüm beklemek beyhude. Türkiye’deki gidişat ise malumunuz. Lakin, bütün bu kötü akışın en azından hızını kesecek, toplumun nefes almasını sağlayacak bir şeye acilen ihtiyaç var. Her gün yavaş yavaş yok olduğunu hisseden bu toplumun yeniden umuda ihtiyacı var. Gençlerin, geleceklerini yeniden bu topraklarda tahayyül etmeye ihtiyacı var. Benim gibi gitmek zorunda kalanların ise sadece küçücük bir ümit ışığına ihtiyacı var.
Ama önceki seçim sonuçlarına bakıyorum da… Pek çok Kıbrıslı Türk’ün de bu kokuşmuş düzene verdikleri oylarla destek oldukları aşikâr. Maaş, torpil, iş, arsa, yardım, rant… Bir de denklemde açık T.C. desteği (veya kösteği) var. “Artık bu kadar da olmaz” diyoruz, ama yine de sonuçlardan emin olamıyoruz.
O yüzden geçen hafta adadan ayrılırken kendime çok sordum: Kalmak mı, kalmamak mı, kalamamak mı? İşte bütün mesele bu!