CHP’ye darbe ve otoriterleşmenin ekonomik kaynakları

Türkiye siyaseti, Türkiye’de yaşayanlara çoğu zaman çok benzersiz bir vaka gibi görünür; oysa aslında o kadar da istisnai değildir. Örneğin, Türkiye’deki her rejim değişikliğinin bir ekonomik krizin ardından gelmiş olması, başka ülkelerde de gözlenen bir olgudur. Genel olarak ekonomik krizler siyasette kırılma noktaları yaratır.

Yonca Özdemir
11/09/2025 11:00
CHP’ye darbe ve otoriterleşmenin ekonomik kaynakları

Ne zaman işlerim çok yoğun olsa, genellikle siyaset gündemi de karışıyor; bir yandan haberleri takip etmeye, bir yandan da zihnimi toparlayıp işlerime odaklanmaya çabalıyorum. Bu hafta sonu da farklı olmadı. Yazımın gecikme nedeni budur, lütfen kusuruma bakmayın.

Hala daha kafamı meşgul eden Türkiye’de olanlar olduğu üzere bu yazıda da bu konuya odaklanacağım.

Türkiye’de neler oluyor? Daha önce 19 Mart’tan bu yana yaşananları genel hatlarıyla değerlendirmiştim (Bknz. 28 Temmuz 2025 tarihli yazım). Şimdi ise son günlerde olan biteni anlayabilmek için biraz daha detaya girmekte fayda var.

***

Ben bir siyaset bilimciyim. Elbette siyaset alanındaki her konuyu bildiğimi iddia edemem; ancak uzmanlık alanlarımdan biri demokratikleşme ve otoriterleşme süreçleri, özellikle de Türkiye vakasıdır. Konuya daha çok ekonomi-politik bir perspektiften yaklaşırım.

Türkiye siyaseti, Türkiye’de yaşayanlara çoğu zaman çok benzersiz bir vaka gibi görünür; oysa aslında o kadar da istisnai değildir. Örneğin, Türkiye’deki her rejim değişikliğinin bir ekonomik krizin ardından gelmiş olması, başka ülkelerde de gözlenen bir olgudur. Genel olarak ekonomik krizler siyasette kırılma noktaları yaratır. Bu kırılma, otoriter bir rejimden demokratik bir rejime geçiş şeklinde olabileceği gibi, demokratik bir rejimden otoriter bir rejime geçiş şeklinde de gerçekleşebilir. Çünkü ekonomik krizlerin en belirgin etkisi, mevcut rejimin meşruiyetini sarsmalarıdır. Ekonomisi istikrarlı, refah düzeyi yerinde toplumlarda ise bu denli radikal siyasi gelişmeler, yani rejim değişiklikleri pek yaşanmaz.

Türkiye’de bugün olup bitenlere de bu perspektiften bakmak gerektiğini düşünüyorum.

***

Öncelikle bugün yaşanan, Türkiye’de demokrasinin kalan kırıntılarının da rafa kaldırılması ve AKP rejiminin hukuksuzluk ve kaba güçle iktidara tutunmaya çalışmasıdır. Düşünün ki Türkiye vatandaşlarının elinde demokrasinin son dayanağı olarak yalnızca sandık kalmıştı; ancak seçimler bile artık demokrasinin temel koşulu olan “özgür” ve “rekabetçi” niteliklerini büyük ölçüde yitirmiş durumda. Zira en azından 2015’ten bu yana AKP, devletin maddi ve siyasi tüm kaynaklarını kullanarak rakipleriyle seçim yarışına eşit olmayan şartlarda girmektedir. Medyadaki görünürlük oranındaki dengesizlikten, bazı siyasetçilerin ve gazetecilerin cezaevlerinde süründürülmesine; diğerlerine verilen gözdağından sosyal medyada yürütülen algı operasyonlarına kadar pek çok örnek bu tabloyu desteklemektedir. Tüm bunların ardından, bu sürece hâlâ “özgür ve rekabetçi seçim” demek mümkün değildir. Yani sandık var ama sandık yamuk!

Bana göre kırılma noktası 2015 seçimleriydi. Haziran 2015’te AKP ciddi bir hezimete uğrayarak Meclis’teki çoğunluğunu kaybetmişti. Sonrasında yaşananları hatırlayın: Muhalefet partileri Cumhurbaşkanı ve AKP tarafından oyalandı ve bu ayak oyunuyla Kasım ayında seçimlerin tekrarlanması sağlandı. Aynı dönemde Güneydoğu’nun bazı illeri fiilen savaş alanına döndü, iktidarın söylemi de giderek milliyetçi bir eksene kaydı. Ardından gelen siyasi sistem değişikliği (parlamenter sistemden “Türk tipi” başkanlık sistemine geçiş) ve MHP ile yapılan ittifak, AKP’nin iktidarını en az dokuz yıl daha güvenceye aldı. Burada dikkat çekmek istediğim iki nokta var: Birincisi, eğer parlamenter sistemde kalınsaydı, AKP muhtemelen iktidarda kalamayacaktı. İkincisi, MHP’nin desteği olmasaydı, AKP yine iktidarını sürdüremeyecekti.

***

Peki, tüm bu şartlara rağmen CHP 2024 yerel seçimlerinden nasıl galip çıktı? Hiç lafı dolandırmadan söyleyeyim: Bunun en büyük sebebi ekonomik krizdir. Özellikle de dar gelirli vatandaşların çoğunlukta olduğu bir ülkede, insanların demokrasi ya da insan haklarından çok evine ekmek götürüp götürememesiyle ilgilenmesi son derece doğaldır.

Aslında ekonomik kriz 2021’in sonlarında başlamış, 2022 boyunca Kıbrıs’ta bizleri de bayağı zorlamıştı. Biz bu krizi Kıbrıs’ta hemen hissettik; ancak Türkiye’de durum aynı şiddette değildi. İktidar, bu krizin 2023 seçimlerini etkilememesi için büyük bir çaba gösterdi. Fakat seçim öncesinde uygulanan bu krizi öteleme politikaları, seçim sonrasında krizin çok daha derinleşmesine sebep oldu.

AKP iktidarı, seçmen tabanının çoğunluğunu oluşturan orta ve düşük gelirli ailelerin krizden doğrudan etkilenmesini engellemek için kesenin ağzını açtı: bol miktarda ucuz kredi dağıttı, kur korumalı mevduat gibi bir uygulamayla Merkez Bankası’na milyarlarca dolarlık yük bindirdi, hatta gerektiğinde marketlere baskı yaparak fiyat artışlarını frenlemeye çalıştı. Seçmen kesimlerinin çoğu (özellikle de düşük gelirliler) bu politikalar sayesinde krizin gerçek boyutunu henüz hissetmeden 2023 seçimlerinde oyunu verdi.

Seçimlerden sonra ekonomik tablo öylesine vahim bir hâl aldı ki, hükümet adeta yalvar yakar Mehmet Şimşek’i yeniden göreve çağırdı. Şimşek de klasik kemer sıkma politikalarını uygulamaya başladı. Bu politikaların başlamasıyla birlikte ekonomik daralma başladı ve krizin etkilerini herkes doğrudan hissetmeye başladı. Ancak Şimşek’in politikalarının başarılı olabilmesi —ki burada uzun vadeden değil, kısa ve orta vadeli bir istikrardan söz ediyorum— için çok kritik bir koşul vardı: Türkiye’ye yeniden yabancı sermaye çekmek. Bunu başarabilmenin de ekonomi dışında koşulları da var tabi. Bunlardan en önemlisi de siyasi istikrar.

Genel kanının aksine otoriter rejimler daha iyi ekonomi politikaları üretmez. Çin gibi istisnai bir siyasi sisteminiz yoksa, otoriterlik, özellikle de lider odaklı otoriter rejimler çoğu zaman tam tersi etki yapar. Bunun iki temel nedeni var: Birincisi, otoriter liderlerin esas hedefi iktidarlarını sürdürmektir. Dolayısıyla ekonomi politikalarını da ekonomik rasyonaliteden çok siyasi çıkarlarına göre şekillendirirler. Bu da güvenilir bir yatırım ortamı oluşturmaz ve yatırımcıların gözünde yatırım riskini artırır. İkincisi, otoriter rejimler sanılanın aksine çoğunlukla siyaseten istikrarsızdır. Otoriter politikalar uygulandığında vatandaşlar da buna karşı tepkisiz kalmaz; zaman zaman sokaklara çıkarak mücadele ederler. Bu tür toplumsal gerilimler, finansal piyasaların ve yatırımcıların hiç hoşlanmadığı “siyasi risk” faktörünü artırır. Sonuçta yatırımcılar ya ülkeden kaçar ya da kalmaları için daha yüksek getiri, yani daha yüksek faiz talep ederler.

***

Özetle, 19 Mart 2025’ten bu yana yaşananları şöyle yorumlamak doğru olur: Ekonomik kriz Türkiye’deki tüm kesimleri, ama özellikle de alt gelir gruplarını derinden etkiledi. Yoksulluk ve eşitsizlik ciddi biçimde arttı; bununla birlikte AKP’ye yönelik tepkiler de yükselmeye başladı. Bunun ilk ciddi göstergesi 2024 yerel seçimleridir. Nitekim, bu seçimlerde CHP, tarih boyunca hiç kazanamadığı bazı beldelerde bile zafer elde etti ve bu sonuçları yalnızca “iyi adaylar gösterilmesine” bağlamak mümkün değil; zira bazı adaylar aslında çok tanınan isimler bile değildi. İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde esen rüzgârın ise bir başka boyutu vardı: Bir dönem Refah Partisi’nin, ardından AKP’nin uyguladığı sosyal belediyecilik politikalarını artık CHP’li belediye başkanları da hayata geçiriyor, hatta çoğu zaman daha başarılı biçimde uyguluyorlardı. Bu da gittikçe yoksullaşan kesimler için önemliydi. Tabi bu seçim zaferinde, CHP yönetimindeki değişimin katkısını da göz ardı etmemek gerekir.

***

Sonra ne oldu? Bence Erdoğan’ın 2023 seçimleri sonrası hesabı şuydu: 2028’e kadar genel seçim olmayacağı rahatlığıyla, Mehmet Şimşek’in politikalarıyla yavaş yavaş stabilize edilen ekonomi yeniden büyüme trendine girecek, 2028 geldiğinde de seçmenler memnuniyetle tekrar iktidara oy verecekti. Fakat 2024 yerel seçimleri bu planı bozdu. Erdoğan için İmamoğlu tehdidi ciddi şekilde ortaya çıktı ve belki de hayatında ilk kez panikledi. Artık benim “yamuk sandık” dediğim yöntemlerle seçim kazanamayacağı kanaatine vardı. Panikleyen her insan gibi, eskisi gibi dikkatli plan yapmak yerine irrasyonel biçimde ana muhalefete saldırmaya başladı. İmamoğlu’nu hapse atınca sorunun çözüleceğini sandı, ama öyle olmadı. Bu kez CHP, Özgür Özel liderliğinde şahlandı ve Erdoğan’ın CHP’yi sindirme hamleleri geri tepti. Öğrenciler ve halk sokağa çıktı; yüzlercesi tutuklandı, darp edildi ama geri adım atmadı. Çünkü herkes bunun sadece bir CHP meselesi olmadığının farkındaydı: mesele, sandığın tamamen ortadan kalkıp kalkmayacağı ve Türkiye’nin tam otoriter bir rejime geçip geçmeyeceğiydi.

Baharda halkın gösterdiği bu direnç otoriterleşme sürecini biraz yavaşlattı. Ancak esas geçtiğimiz hafta CHP İstanbul İl Başkanlığı’nın yargı eliyle hukuksuzca görevden alınıp yerine kayyum atanmasıyla bu tam otoriterliğe geçiş süreci yeni bir evreye girdi. Bu arada bunun ekonomik bilançosu da büyük oldu: Borsa İstanbul’da yalnızca bir haftada 800 milyar TL değer kaybı yaşandı ve 5 milyar dolarlık döviz satışı yapan TC Merkez Bankası, rezervleri eriterek kuru kontrol altında tutmaya uğraştı. Yani, iktidar CHP’yi zapturapt altına almak için ekonomik krizi daha da büyütmekten çekinmedi.

Türkiye’de devam etmekte olan kaosun kısa özeti budur.

***

Nedir bu yaşananlar? Koltuk sevdası bu kadar mı tatlı? Bir ekonomi-politik uzmanı olarak ben siyaseti yine psikolojik değil, ekonomik güdülerle açıklamayı tercih ederim. Çünkü o koltukların maddi getirisi çok büyük! Yani mesele sadece makamı ya da otoriteyi sevmek değil; o makam ve otorite aracılığıyla ne kadar çıkar sağlayabildiğinizle, yani “rant” ile ilgilidir. Nitekim, bugün siyasi makamlar, karar alma yetkisinin ötesinde, büyük bir maddi çıkar dağıtım mekanizmasına dönüşmüştür. Bu nedenle mücadele koltuğun kendisinden çok, onun sunduğu ekonomik ayrıcalıklar için.

Daha fazla detaya girmeye gerek yok; zaten Türkiye’de her gün farklı yolsuzluk skandalları patlak veriyor. Üstelik hangi skandalın yargıya taşınıp hangisinin görmezden gelineceğine de siyasi iktidar karar veriyor. Belki de Türkiye açısından en acı olan, yargının bu kadar bağımsızlıktan uzak, taraflı ve kirli hale gelmiş olmasıdır. Yargıya güvenin kalmadığı bir yerde neye güvenebilirsiniz ki?

***

Bizdeki yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, bu yazdıklarımdan çıkarılacak pek çok ders var aslında. En başta da siyasetçilerin iktidarda kalma hırsı ve bunun arkasındaki güdüler… Bizdeki durum farklı mı?

Hele CHP’de Gürsel Tekin’in yaptıklarına bakıldığında, iktidar uğruna her türlü utanç sınırının aşıldığı, ne partinin ne de ülkenin çıkarlarının bu hesaplarda yer aldığı açıkça görülüyor. Peki, neden? Bir insan itibarını neden bu kadar kolay yerle bir eder? Bunu temiz, dürüst bir insanın yapmaz elbet. 

Yine Gürsel Tekin örneğine istinaden söylüyorum ama “kızıma söylüyorum, gelinim sen anla” diyelim: Siyaset yaparken sırtınızı kime dayadığınız ve gücünüzü nereden aldığınız son derece önemlidir. Dayanağınızı ve gücünüzü halktan mı alıyorsunuz, yoksa başka bir iradeden mi?

KKTC’deki iktidar siyasetçilerinin de şunu görmesi gerekir: Son altı ayda Türkiye’de yaşananlar açıkça gösteriyor ki AKP iktidarı ciddi biçimde sallanmaktadır. Zaten hiçbir parti ve hiçbir lider yalnızca kaba güçle iktidarda kalamaz. Planlarınızı buna göre yapınız!

Velev ki AKP iktidarda kaldı; o zaman muhalefetin de şunu görmesi gerekir: Bugün Türkiye’de yaşananların çok benzerlerini, yarın KKTC’de görmemek için hiçbir sebep yoktur.