Kıbrıslı Türklerin çıkarları ve önümüzdeki seçimler
KKTC bir de facto devlettir; yani küçük ve Türkiye dışında hiçbir ülke tarafından tanınmayan bir siyasi varlıktır. Buna rağmen jeopolitik ağırlığı, fiziksel boyutuyla kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Bu yazıda tam da uzmanı olduğum bir alan olan Uluslararası Siyaset üzerinden Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye için önemine değineceğim.


KKTC bir de facto devlettir; yani küçük ve Türkiye dışında hiçbir ülke tarafından tanınmayan bir siyasi varlıktır. Buna rağmen jeopolitik ağırlığı, fiziksel boyutuyla kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Bu yazıda tam da uzmanı olduğum bir alan olan Uluslararası Siyaset üzerinden Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye için önemine değineceğim.
Aslında uluslararası ilişkilere reel politik dediğimiz realist perspektiften bakmayı hiç tercih etmem. Ancak bölgemizde bizi de ilgilendiren pek çok gelişmeyi bu perspektifle meşru göstermeye çalışanlar o kadar fazla ki onların diliyle anlatmak da konuya açıklık getirmede yardımcı olabilir diye düşünüyorum.
***
Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahil oluşu, tarihsel ve ideolojik olarak 1960 antlaşmalarındaki garantör rolüne ve Kıbrıs Türk toplumu için “anavatan” ve koruyucu olma konumuna dayandırılmıştır. Konu son günlerde gündeme geldiği için açıklığa kavuşturmakta yarar var: 1960 Antlaşmalarına göre Türkiye (aynı zamanda Yunanistan ve İngiltere) garantörlük görevini sadece kuzey için değil, tüm Kıbrıs’ın bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve anayasal düzenini korumak için üstlenmiştir. “Anavatan” ve koruyucu olma söylemi ise Türk iç siyasetinde hâlâ güçlü bir araç olarak kullanılıyor; Türkiye’nin adadaki kalıcı askeri varlığı ve siyasi etkisinin temel gerekçesi şeklinde sunuluyor. Peki bu anlatı ne kadar gerçekçi? Biraz da ona bakalım.
Lafı fazla dolaştırmadan söylemekte yarar var: realist perspektife göre “kardeş ülke” ya da “yavru vatan” gibi söylemlerin uluslararası ilişkilerde hiçbir karşılığı yoktur. Devletler arasındaki ilişkiler ya hakimiyet, ya rekabet, ya da ittifak çerçevesinde şekillenir. Türkiye’nin 1974’teki müdahalesinde, elbette Türk kökenli nüfusun katledilmesi endişesi önemli bir etkendi. Ancak en az bunun kadar belirleyici olan, Türkiye’nin hemen güneyindeki bu adanın Yunanistan’a bağlanması ihtimali ve bunun yaratacağı jeopolitik sorunlardı. Bugün adada 50 yılı aşkın süredir devam eden Türk askeri varlığını da “kardeşlik” bağlarıyla açıklamak mümkün değildir. Aynı şekilde, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’a sağladığı ekonomik yardımlar da öncelikle Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’nin uluslararası çıkarları açısından taşıdığı stratejik önemden kaynaklanmaktadır.
1974 ve sonrasındaki gelişmeler, Kuzey Kıbrıs’ı ekonomik, siyasi ve askeri açıdan büyük ölçüde Ankara’ya bağımlı hale getirdi. Bu bağımlılık, Türkiye’nin kendi stratejik çıkarlarını adaya ve daha geniş bölgeye yansıtmasının temel mekanizmasıdır. Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki stratejik çıkarları zaman içinde önemli bir dönüşüm geçirdi. Başlangıçta öncelik, kardeş bir azınlığı korumak ve Yunanistan’la stratejik dengeyi sürdürmekti. Ancak bugün KKTC, Türkiye için yalnızca bir güvenlik tamponu değil, aynı zamanda Ankara’nın güncel jeopolitik vizyonunun vazgeçilmez bir parçasıdır. Örneğin, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki askeri varlığı, Ankara’ya Doğu Akdeniz’de ve Orta Doğu ile Kuzey Afrika’nın istikrarsız bölgelerinde nüfuz kurma imkânı sağlayan kritik bir güç projeksiyonu platformu işlevi görüyor. Bu sayede Türkiye hem güney kanadını ve hayati limanlarını potansiyel tehditlere karşı koruyor hem de adanın rakip bir güç tarafından Anadolu’yu çevrelemek amacıyla kullanılmasını engelliyor.
AKP’nin 2022’den bu yana izlediği Kıbrıs politikasındaki radikal değişimleri anlamak için de Türkiye’nin dış politika önceliklerine ve jeopolitik vizyonundaki dönüşüme bakmak gerekir. 2004’te Türkiye, AB üyeliği hedefi doğrultusunda Annan Planı’nı desteklemişti. Ancak üyelik ihtimalinin fiilen ortadan kalktığı günümüzde öne çıkarılan “iki devletli çözüm” stratejisi, Türkiye’nin yeni jeopolitik çıkarlarının bir yansımasıdır. Bu strateji, Ankara’ya Doğu Akdeniz’deki nüfuzunu koruma ve hatta genişletme imkânı sunmaktadır.
Farkındaysanız, Türkiye’nin KKTC’ye müdahaleleri 2002–2009 arasında yok denecek kadar sınırlıyken, 2009’dan itibaren giderek arttı. Siyasi, ekonomik ve kültürel boyutları olan bu müdahaleler, özellikle 2017’de Crans-Montana müzakerelerinin başarısızlığa uğramasından sonra çok daha yüksek boyutlara ulaştı. 2020’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yapılan müdahaleler hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyor. Bugün de benzer müdahalelerin yaşanabileceğine dair endişeler oldukça güçlü. Bu artışı anlamak için Türkiye’nin bölgedeki yeni çıkarlarına ve stratejilerine bakmak gerekiyor.
2006’da ortaya atılan ve 2016’dan sonra resmî olarak Türk dış politikasının temel unsurlarından biri haline gelen Mavi Vatan doktrini, Türkiye’nin genişletilmiş deniz yetki alanı iddialarını ve açık deniz kaynakları üzerindeki kontrolünü vurgulayan bir deniz stratejisidir. Bu doktrin, deniz alanlarını bir sınır değil, Türk vatanının ayrılmaz bir parçası olarak görür ve bu alanların savunulması ve denetlenmesi gerektiğini savunur.
Kuzey Kıbrıs Mavi Vatan doktrininin merkezindedir. Türkiye’ye hem Yunanistan’ın hem de Güney Kıbrıs’ın deniz yetki alanı iddialarını sorgulamak için coğrafi ve yarı-hukuki bir dayanak sağlar. Ayrıca, özellikle Geçitkale hava üssünün Türk SİHA’ları için modernize edilmesiyle, Türkiye’nin yalnızca Doğu Akdeniz’de değil, aynı zamanda Kuzey Afrika’da (örneğin Libya) ve Levant bölgesinde askerî nüfuzunu artırmasına imkân tanır. Bu ileri konuşlanma, adayı Türkiye için adeta “batmaz bir uçak gemisi”ne dönüştürmekte ve Mavi Vatan doktrini kapsamındaki iddialarını hayata geçirmesinde kritik bir rol oynamaktadır.
Bir diğer gerçek şu ki, Türkiye’nin ekonomik çıkarları giderek daha fazla enerji jeopolitiği tarafından şekillendiriliyor ve Ankara’nın bölgedeki stratejileri de buna göre belirleniyor. Bu yüzden Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yatakları, bunların kimlerin kontrolünde olduğu ve Avrupa’ya nasıl taşınacağı Türkiye açısından kritik önem taşıyor. Ankara, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kendi ilan ettiği münhasır ekonomik bölgedeki hidrokarbon keşiflerini, doğrudan kendi bölgesel emellerine yöneltilmiş bir meydan okuma olarak görüyor. Bu nedenle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sondaj faaliyetlerinin yasallığını sorguluyor ve Kıbrıslı Türklerin adanın doğal kaynaklarında devredilemez bir hakka sahip olduğunu öne sürüyor. Ancak bu iddia, çoğu zaman Kıbrıslı Türklerin haklarını koruma kılıfı altında, kendi sondaj ve araştırma faaliyetlerini meşrulaştırmak için kullanılmaktadır. Daha geniş hedef ise, Kıbrıs, Yunanistan, İsrail ve Mısır arasındaki enerji işbirliğini baltalamak ve Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya gidecek her türlü kaynağın vazgeçilmez bir “enerji geçit bekçisi” ve “transit merkezi” olarak konumlandırmaktır.
On yıllar boyunca Ankara, adanın iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyon olarak birleşmesini öngören BM öncülüğündeki süreci görünürde destekledi. Ancak bu tutum bir kenara bırakıldı ve yerini, adanın resmen bölünmesini ve KKTC’nin egemen bir devlet olarak tanınmasını içeren “iki devletli çözüm”ün agresif biçimde savunulması aldı. Bu politika değişikliği, AKP döneminde Türk dış politikasında öne çıkan daha milliyetçi ve iddialı yönelimle örtüşüyor ve aynı zamanda Mavi Vatan hedeflerinin mantıksal bir uzantısını oluşturuyor. Zira birleşik ve federal bir Kıbrıs, AB üyesi sıfatıyla AB hukukuna ve dış politikasına tabi olacağından, Türkiye’nin tek taraflı denizcilik gündeminin stratejik değerini ciddi biçimde sınırlayacaktır. Buna karşılık, kalıcı olarak ayrı ve Türkiye’ye bağımlı bir KKTC ise Ankara’ya sadık bir vekil, kalıcı bir askeri üs ve deniz yetki iddiaları için güçlü bir gerekçe sağlamaktadır.
Öte yandan, AKP’nin 2016’dan bu yana giderek daha milliyetçi bir çizgiye kayması Doğu Akdeniz’deki gerilimi artırmış durumda. Ankara, hidrokarbonlar ve enerji güzergâhları konusunda yalnızca Kıbrıs Cumhuriyeti’yle değil, aynı zamanda Yunanistan ve AB ile de karşı karşıya geldi; bu da bölgedeki rekabeti daha da tırmandırdı. Bu milliyetçi dış politika sürdüğü müddetçe anlaşmazlıkların devam etmesi ve yeniden alevlenmesi kaçınılmaz görünüyor. Bu da Kuzey Kıbrıs’ı, kendi iradesinden yoksun bir şekilde, bölgesel güç rekabetinin pasif bir nesnesi haline getiriyor.
Kuzey Kıbrıs Türkiye’ye büyük ölçüde bağımlıdır ve bu durumun kısa vadede değişmesi beklenmemektedir. Türkiye, Kuzey Kıbrıs’ın “patron” devleti olmaya devam ettiği sürece, Türk dış politikasındaki gelişmeler Kuzey Kıbrıs’ın geleceğini belirlemeyi sürdürecektir.
***
Bu koşullarda Kuzey Kıbrıs’ın geleceği, Türkiye’nin iç siyasetiyle de yakından bağlantılıdır. AKP iktidarı döneminde Ankara’nın Kuzey Kıbrıs’ın iç işlerine müdahalesi giderek yoğunlaştı. AKP iktidarda kalır ve milliyetçi çizgisini sürdürürse, bu müdahalelerin devam etmesi muhtemeldir; özellikle de adada artık önemli ekonomik çıkarları bulunan birçok AKP yanlısı Türk şirketi düşünüldüğünde. Ayrıca AKP, KKTC vatandaşlığı alan Türk vatandaşlarının sayısını artırarak iç siyasetteki nüfuzunu genişletmeye çalışmaktadır.
Bununla birlikte, son yıllarda yaşanan ağır ekonomik kriz AKP’yi zayıflatmış, 22 yılın ardından 2024 yerel seçimlerinde CHP’nin zaferiyle önemli bir darbe almasına yol açmıştır. Türkiye’de 2028 seçimleri öncesinde bir hükümet değişikliği olası görünmese de, artan otoriterlik ve derinleşen toplumsal hoşnutsuzluk siyasi tabloyu er ya da geç değiştirebilir. CHP’nin iktidara gelmesi halinde ise Türkiye’nin mevcut dış politika çizgisinin revize edilmesi, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’a müdahalesinin azalması, AB ile yakınlaşma politikalarının öne çıkması ve böylece Yunanistan ile Kıbrıs Cumhuriyeti’yle gerilimin hafiflemesi mümkündür. Bu da barış müzakerelerinin yeniden başlamasının önünü açabilir.
***
Seçimlere tekrar dönecek olursak… Türkiye’nin mevcut “iki devletli çözüm” politikası, özellikle Tatar’ın 2025 Ekim’inde yapılacak seçimlerde ikinci kez cumhurbaşkanı seçilmesi halinde, büyük olasılıkla devam edecektir. Ancak bu politika, son beş yılda Kıbrıslı Türkleri dünyada daha da yalnızlaştırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Kısacası, bu yaklaşımı “olmayacak duaya amin demek” şeklinde tanımlamak mümkündür. KKTC’nin uluslararası alanda tanınma ihtimali yoktur. Nitekim tanıyacağı söylenen Orta Asya ülkelerinin bile kısa süre önce Güney Kıbrıs’ta elçilik açmaları bunun en açık göstergesidir.
Bu anlattıklarımı özetlemek gerekirse: “iki devletli çözüm” politikası, Kıbrıslı Türklerin değil, AKP Türkiye’sinin çıkarlarını yansıtmaktadır.
***
Kısacası, realist uluslararası ilişkiler kuramı bize şunu söylüyor: Bu dünyada her devlet kendi çıkarlarını gözetir. Dolayısıyla ister “KKTC” deyin ister “Kuzey Kıbrıs”, bu ülkenin çıkarları her zaman Türkiye’nin çıkarlarıyla örtüşmez, örtüşemez. Peki Kıbrıslı Türklerin çıkarı neyi gerektirir? Açıkça söyleyeyim: Müzakere masasına geri dönmeyi. Şunu soranlar da olabilir: Rum tarafı buna yanaşmazsa ne olacak? En azından uluslararası temaslar sürer ve biz “görüşmelerden kaçan taraf” olarak suçlanmayız. Tersine, barışçı taraf konumumuz uluslararası arenada meşruiyetimizi güçlendirir ve yeni ilişkiler kurmamıza imkân tanır. Daha kötüsü olmaz, inanın! (Üstelik bunun Türkiye’nin de çıkarına olacağı konusunda pek çok neden yazabilirim, ama bu başka bir yazının konusu olsun.)
Üstelik Türkiye’de ileride bir iktidar değişikliği yaşanırsa, aslında hiçbir çözüm getirmeyen “iki devletli çözüm” politikası kendiliğinden geçerliliğini yitirecektir. Kıbrıslı Türklerin çıkarı, tanınmayan ve bağımlı bir devletin içinde kalarak bölgesel güçlerin değişen çıkarlarıyla savrulmak değil; uluslararası politikada dikkate alınan bir özne olabilmeye çalışmaktır.
Ayrıca, müzakere masasına yeniden oturmak ya da en azından oturmayı istemek için “realist” olmak zorunda da değilsiniz. Eğer barışçı bir insansanız, halkların kardeşliğine inanıyorsanız, bunu zaten istersiniz.
Yani… Sandıkta tercihinizi buna göre yapın!