Seçimlere katılımın önemi üzerine… Bir oy, bir oydur!

Malum seçimler kapıda. Çoğu kişi kime oy vereceğine çoktan karar verdi. Kimi seçmen ise hala kararsız olabilir. Kimisi ise oy vermemekte kararlı. Bu yazıdaki niyetim daha çok bu üçüncü gruptaki kitleye seslenmek.

Yonca Özdemir
06/10/2025 09:45
Seçimlere katılımın önemi üzerine… Bir oy, bir oydur!

Malum seçimler kapıda. Çoğu kişi kime oy vereceğine çoktan karar verdi. Kimi seçmen ise hala kararsız olabilir. Kimisi ise oy vermemekte kararlı. Bu yazıdaki niyetim daha çok bu üçüncü gruptaki kitleye seslenmek. Açıkçası seçim boykotu, olağanüstü durumlar haricinde, pek doğru bulmadığım bir siyasi tepki şeklidir. Hele ki adayların oylarının birbirine çok yakın olduğu seçimlerde, sandığa gitmeyenler istemedikleri sonuçların ortaya çıkmasına istemeden de olsa katkıda bulunabiliyor. İşte bu nedenle, seçim öncesindeki son yazımda bu konuyu ele almayı gerekli gördüm.

***

Seçimler demokrasinin en önemli unsurlarından biridir ve pek çok işlevi vardır. Öncelikle, seçimler vatandaşların görüşlerini dile getirmesine ve bunların siyasete yansımasına imkân tanır. İkinci olarak, yöneticiler özgür ve eşit bir yarışla seçildiğinde, halk hem onları hem de siyasi sistemi daha meşru görür. Bu meşruiyet, devlet ile toplum arasındaki güvenin ve halkın iradesinin temelidir. Toplum bu şekilde temsil edilme olasılığına kavuşur. Tabi ki seçim zamanı kendi fikirlerimizi tamamen temsil eden bir aday bulmakta zorlanabiliriz. Ama fikirlerimize görece daha yakın olana oy vererek de makul bir temsiliyet sağlayabiliriz.

Çoğulcu toplumlarda seçimler farklı gruplar arasındaki çatışmaları barışçıl biçimde çözer, şiddet ihtimalini azaltır. Ayrıca seçimler vatandaşları siyasete katılmaya teşvik eder; insanlar bu süreçte bilgi edinir, fikir üretir, tartışır ve harekete geçer. Böylece demokratik kültür güçlenir.

Düzenli seçimler, yöneticilerin koltuklarını kaybetme ihtimalini hatırlatır, onları daha dikkatli ve yenilikçi olmaya zorlar. Aynı zamanda siyasi gücü sınırlar; çünkü iktidardakiler er ya da geç halkın karşısına çıkmak zorunda olduklarını bilirler. Yani seçimler aynı zamanda bir “hesap verme” mekanizmasıdır. Vatandaşlar, seçimler yoluyla siyasi liderleri yaptıkları işlere göre ödüllendirme veya cezalandırma imkânına sahiptir. Mevcut iktidardan ve liderlerden memnun değilseniz, seçim elinize bu memnuniyetsizliğinizi gösterme ve iktidarı cezalandırma fırsatı verir. Bence bu hiç de kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Oy vermeyerek kötü yöneticileri cezalandırmak için elinizde olan fırsatı değerlendirmiyorsanız, bu o kötü yöneticilere yaptıklarının yanında kalacağı mesajı verir.

***

Albert O. Hirschman’ın (1970) “Exit, Voice, Loyalty” diye bilinen çok ünlü bir kuramı vardır. Bu kurama göre sandığa gitmeme, yani boykot, sisteme karşı bir “exit” (çekilme) stratejisi olarak okunabilir. Oy vermek ise bir “voice” (ses çıkarma) biçimidir.

Biliyoruz ki bazıları KKTC’yi yasal bir devlet olarak görmedikleri için boykotçu. Halbuki yarın iki taraf birleşse, federal bir yapıda da Türk tarafının seçimleri Rum tarafından ayrı şekilde yapılacaktır. Örneğin, Annan Planına göre her kurucu devlet (kuzey ve güney) kendi temsilcilerini ayrı ayrı seçecekti. Vatandaşlar istedikleri yerde yaşayabilecek, ancak oy kullanma hakkı açısından bağlı oldukları kurucu devlete bağlı kalacaklardı. Şimdikinden farklı olarak, seçmenler oylarını doğrudan devlet başkanına vermeyecekti ama parlamento seçimlerinde verilen oylara göre sonra ortak Başkanlık Konseyi’ne kimin gireceği ve oradan da Konsey’in başkanlığı belirlenecekti. Yani yarın Kıbrıs birleşse, Kuzey’in seçimlerde yine aynı partiler ve benzer adaylar yarışıyor olacak.

KKTC’de tanınmamışlık statüsü ve Türkiye’nin giderek artan etkisi altında şekillenen siyasal düzende, Kıbrıslı Türklerin bir egemenliğinin kalmadığını iddia edip boykot seçeneğini savunmak da mümkün. Ancak kısa vadede boykotun egemenliğimizi geri kazanmamız hususunda somut bir sonuç üretmesi de imkânsız. Aksine, oy vermeyerek egemenliğimizi iyice Türkiye’ye devreden bir yapıya kapı açabilirsiniz. Sandığa gitmeyen seçmen siyasete bir katkı sunmaz; vermek istediği mesaj da sonuçta bir “sessizlik” olarak kaybolur. Çünkü siyaset, o oylar olmadan da devam eder ve siyasal aktörler bu boşluğu ya kayıtsızlık ya da rıza olarak yorumlar.

Hirschman’ın üçüncü seçeneği olan “loyalty” (sadakat) ise KKTC’de farklı biçimlerde karşımıza çıkabiliyor. Bu kimi zaman partizan bir bağlılık şeklindedir: Seçmen, eleştirileri olsa da yıllardır desteklediği partiye ya da lidere sadık kalır ve onlara oy vermeye devam eder. Kimi zaman da bu sadakat Türkiye’ye yönelik oluyor. Nitekim bizim “irademize müdahale” olarak gördüğümüz şey, bazı seçmenler tarafından olumlu görülebilir. Bu durumda seçmen, mevcut koşullardan hoşnut olmasa da Türkiye ile bağları koparmamak için düzeni destekleyebilir. Sosyo-ekonomik bağlılık da önemli bir etken. Kamu istihdamına bağımlılık, Türkiye’den gelen mali yardımlardan yararlanma ya da rant ve inşaat sektöründen elde edilen çıkarlar bireyleri mevcut düzene sadık kalmaya iter. Her durumda “sadakat” tercihi statükonun ömrünü uzatır.

Bu çerçevede hem “exit” hem “voice” sadakate karşı alınmış iki muhalif pozisyonu temsil eder. Ancak “exit” (çekilme) stratejisi de, çok olağanüstü durumlar dışında, herhangi bir değişim getirmez. Statükoyu sarsabilecek tek yol, “voice” (ses çıkarma) seçeneğini mümkün olduğunca etkili kullanmaktır.  Yani, yalnızca sandığa gidip irade beyan etmek sadakatin seçimlerde baskın çıkmasına engel olabilir. Verilen oylar adayların, partilerin ve dış gözlemcilerin okuyabileceği bir veri ve sinyal de üretir. Bu sinyal, tek başına düzeni dönüştürmeye yetmese de yerel ve uluslararası düzeyde toplumsal taleplerin yönünü görünür kılar.

***

Parlamenter bir siyasi sistemde Cumhurbaşkanının fonksiyonunun daha çok sembolik olduğunu ve çok önemsenmemesi gerektiğini de düşünebilirsiniz. Ancak, özellikle de KKTC için bu doğru bir varsayım olmaz. KKTC Cumhurbaşkanı, sahip olduğu yetkiler nedeniyle siyasal sistemin kilit veto aktörlerinden biridir. Örneğin, Yüksek Mahkeme yargıçlarını atar ve diğer üst düzey atamalarda onay yetkisine sahiptir. Başbakanı da atar ve hükümeti onaylar. Ayrıca Meclisten geçen yasaları geri gönderme veya Anayasa Mahkemesine yollama yetkisi vardır. Nitekim eski Cumhurbaşkanı Akıncı, 2016’da Türkiye ile imzalanan Koordinasyon Ofisi Anlaşmasını Anayasa Mahkemesine taşımıştı. Mahkeme, yasayı Anayasaya aykırı buldu. Böylece anlaşma yasası yürürlüğe giremedi ve hükümsüz kaldı. Dolayısıyla kâğıt üzerinde KKTC Cumhurbaşkanının yetkileri sınırlı gibi görünse de kritik konularda fren işlevi görmekte.

Hatta uluslararası tanınmışlığı olmayan KKTC için Cumhurbaşkanlığı makamı bilhassa önemlidir. Uluslararası alanda Kıbrıslı Türklerin meşru temsilcisi olarak kabul edilir. Anayasa’ya göre Kıbrıs müzakerelerini yürütmek onun görevidir ve bu da onu ülkenin en etkili siyasi aktörü yapar. Türkiye ile ilişkiler konusunda aldığı tavır (çözümden yana mı, yoksa iki ayrı devleti mi savunuyor?) hem iç siyaseti hem de dışarıya verilen mesajları etkiler. Müzakereler durmuş olsa bile seçim sonuçları, dünyaya toplumda çözüm ve uzlaşı isteğinin var olduğunu gösterebilir. Bu tek başına düzeni değiştirmese de KKTC’nin tanınmamasına rağmen dışarıyla kurulan bağların sürmesine katkı sağlar. Seçimler bu bağlara hem meşruiyet hem de canlılık katar; müzakereler yeniden başladığında da toplumsal desteğin daha güçlü olmasına yardımcı olur.

***

Seçeneklerin hiçbirinin size göre mükemmel olmadığı durumlarda, görece daha kabul edilebilir olan adaylara yönelmek, “zararı en aza indirme” mantığıyla açıklanabilir. Kendi değerlerinizle tamamen örtüşen bir aday bulamayabilirsiniz. Ancak adaylardan birinin belirli politika alanlarında—örneğin müzakere kanallarının açık tutulması, hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesi ya da planlama ve çevre denetiminin ciddiye alınması—daha iyi sonuçlar üreteceğini de görebilirsiniz. Bu adaya oy vermek, ilkelerden ödün vermek anlamına gelmez; tam tersine, siyaset biliminde “ikinci en iyi” ya da “daha az kötüye oy” olarak bilinen mantıklı bir stratejidir. Yani kendi görüşlerinizle tam uyuşan bir aday bulamadığınızda, kendinize en uzak bulduğunuz adayın kazanmasını engellemek için görece daha kabul edilebilir bulduğunuz adaya yönelebilirsiniz. Bu tür akılcı hesaplara dayalı oy verme biçimine “stratejik oy verme” diye de bilinir.

***

Boykot yanlılarının iki güçlü iddiası var: Birincisi, sandığa gitmenin mevcut ve kusurlu düzeni meşrulaştırdığı. İkincisi ise, seçim sonuçlarının belirleyici olmadığı bir ortamda gerçek değişimin ancak seçim dışı toplumsal hareketlerle mümkün olacağı. Bu gerekçeler KKTC’deki boykotçular arasında da oldukça yaygın.

Birinci iddia sahipleri için meşruiyetin sadece seçime katılım oranına bakılarak ölçülmediğini hatırlatmak isterim. Meşruiyet adil bir siyasi yarışın varlığı, özgür medya, siyasi şeffaflık ve yargının bağımsızlığı gibi unsurlar bir araya geldiğinde ortaya çıkar. Dolayısıyla katılım düşük olsa bile diğer demokratik koşullar makul ölçüde mevcutsa seçimler ve seçimler sonucu başa geçen hükümet ve liderler meşru kabul edilir. Üstelik yerleşik demokrasilerde sandığa katılım sanıldığı kadar yüksek değildir. İsviçre’de katılım çoğu zaman yüzde 40’ın altındadır. Ama bu ülkenin hükümetinin ve seçilmişlerinin meşruiyetinden şüphe edilmez. KKTC, kusurları olsa da hâlâ işleyen bir demokrasi olarak kabul ediliyor. Seçimlere yapılan müdahaleleri düşünerek bu yazdığıma gülebilirsiniz, fakat unutmayın ki o müdahalelere verilecek en güçlü cevap yine sandıkta oy kullanmaktır.

Ayrıca, başarılı bir boykot için yüksek ve görünür bir eşiğin aşılması gerekir. KKTC’de boykotçular hiçbir zaman bu eşiğe yaklaşamadılar. Sandığa gitmeyenlerin çoğu zaten yurtdışında yaşayanlar ya da yaşlılık nedeniyle oy kullanamayanlardan oluşuyor. Diyelim ki iki güçlü adayın oyları arasında yüzde 1 fark var. Bu durumda yüzde 2’lik bir boykot oranı, boykotçularla en karşıt siyasi pozisyona sahip olanların seçimi kazanmasına yol açabilir. Yani, sandığa gitmeyenler, tabanını sandığa götürebilen partiye/partilere avantaj sağlamış olurlar. ABD’de en soldaki seçmenlerin protesto amacıyla 2024 seçimlerinde oy vermeyerek Trump yönetimine kapı aralaması buna çok iyi bir örnektir.

İkinci iddiaya gelince: Seçim dışı toplumsal hareketler elbette demokrasinin çok meşru araçlarıdır. Ama bu hareketlerin sürdürülebilirliği, demokratik kanalların açık kalmasına, ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin korunmasına bağlıdır. Bu alanların genişletilmesi ya da daraltılması ise çoğu zaman seçilmiş aktörlerin elindedir. Bu nedenle sandık tek demokratik araç değildir ama diğer araçların işlemesi için bir önkoşuldur. Üstelik oy vermek toplumsal hareketleri engellemez; tam tersine hem sandığa gidip hem de sokakta ya da örgütlerde aktif olmak en güçlü demokratik katılım biçimidir.

Özetle: Mevcut Cumhurbaşkanının Kıbrıs meselesindeki siyasetinden ya da diğer icraatlarından memnun değil misiniz? O hâlde tepkinizi boykotla değil, sandığa giderek oyunuzla gösterin. Durumdan memnunsanız zaten mevcut lidere sadık kalır, ona oyunuzu verirsiniz ve kimse de buna bir şey diyemez. Sandığa gitmemek, mevcut düzeni düşüncede reddetseniz bile fiilen onaylamak demektir. Elbette tek bir oy, KKTC’nin sorunlu statüsünü ya da bunun doğurduğu tüm sıkıntıları ortadan kaldırmaz; fakat toplum olarak daha etkin bir özne olarak irademizi gösterebilmek için önemli bir araçtır. Seçime katılım, mevcut sorunlarla mücadele edebilmek için gerekli siyasal zemini yaratabilir. Bu açıdan sizin biricik oyunuz, sadece bireysel bir tercih değil, aynı zamanda kolektif bir direnç biçimidir. Seçenekler arasında daha az sakıncalı olana yönelmek de ilkelerinizden vazgeçmek değil; aksine, o ilkeleri gelecekte daha uygun koşullarda savunabilmek için bugünün imkânlarını akıllıca kullanmaktır.

Yani, bir oy bir oydur!