Seçimlerin ardından kısa bir değerlendirme: Erhürman’ın kesin zaferi
Erhürman’ın barış dilini ve uzlaşma felsefesini yalnızca Türkiye ile ilişkilerde değil, Rum tarafıyla ilişkilerde de hâkim kılması; Hristodulidis’i de kucaklayıp ikna etmesini bekliyoruz.


Artık cumhurbaşkanlığı seçimlerini geride bıraktık. Kendim de dahil, çoğu kişinin tahmininden çok daha büyük bir farkla seçimi muhalefetin ortak adayı, CTP’li Tufan Erhürman kazandı.
Erhürman yalnızca soldan değil, daha geniş bir kitleden destek alan bir adaydı. Yine de son ana kadar kimse sonuçlardan emin değildi; çünkü karşı tarafta, Türkiye’nin açık desteğini alan Ersin Tatar vardı. Türkiye’nin bu tür seçimlerde yarattığı asimetrik etki herkesin malumu olduğundan, üstelik 2020 seçimlerinin buruk hatırası da hâlâ zihinlerde tazeliğini koruduğundan, temkinli ve tedirgin olmamız normaldi.
Ama sonuç oldukça net oldu: Tufan Erhürman yüzde 62.76 ve Ersin Tatar ise yüzde 35.81.
***
Bana göre seçim sonuçlarını belirleyen üç temel faktör vardı: seçim stratejisi, Tatar’ın zayıf performansı ve Türkiye’nin etkisi.
Öncelikle seçim stratejisiyle başlayalım. Bu seçimde, önceki seçimlerden farklı olarak CTP ve TDP’nin daha ilk turdan tek aday üzerinde uzlaşması, ayrıca Serdar Denktaş’ın kurduğu yeni TAM Partisi ile bazı eski HP milletvekillerinin erken bir aşamada Erhürman’a desteklerini açıklamaları doğru bir hamle oldu.
Bu stratejide, 2020 seçimlerinden çıkarılan derslerin büyük rol oynadığı açık. Her ne kadar oylar ikinci turda birleşme eğilimi gösterse de seçimin ikinci tura kalması, başta Türkiye’nin müdahalelerinin artması olmak üzere birçok olumsuz sonucu beraberinde getirebilirdi. Bu riski görerek erken aşamada birleşme kararı alan parti liderleri ve siyasetçileri bu açıdan kutlamak gerekir. Elbette aday olmak ve aday çıkarmak herkesin, her partinin hakkıdır. Ancak 2020 seçimlerinin tecrübesi düşünüldüğünde, bu seçimde eski stratejilerin uygulanması büyük bir risk doğurabilirdi. Görüldüğü üzere, muhalefetin daha en baştan birleşmesi bu kez seçim kazanmanın en etkili yolu oldu.
Bir diğer başarılı seçim stratejisi ise, şüphesiz, kutuplaşmış Kuzey Kıbrıs siyasi ortamında tüm kışkırtmalara rağmen Erhürman’ın ısrarla sürdürdüğü ılımlı söylemdi. Kimilerine göre “orta yolcu,” kimilerine göre ise “kucaklayıcı” olarak tanımlanan bu yaklaşım, özellikle merkezden ve hatta sağdan oy devşirmeyi hedefliyordu. Bu strateji, soldaki seçmenin bir kısmının hoşuna gitmemiş olsa da, aslında şu kritik soruya bir yanıt sunmuş olabilir: Kutuplaşmış siyasette muhalefet nasıl zafer kazanabilir? (Hatırlatmak isterim ki, aynı taktiği Türkiye’de uygulayan İmamoğlu da benzer şekilde başarıya ulaşmıştı.) Dolayısıyla bu deneyim, benim gibi popülizm üzerine çalışan siyaset bilimciler için oldukça değerli bir örnek teşkil ediyor.
İkinci olarak, Tatar’ın cumhurbaşkanı olarak son derece zayıf bir performans sergilediğini ve bunun da oylarının bu denli düşük kalmasında önemli bir etken olduğunu söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanlığı döneminde Tatar, belki de hiçbir selefinin olmadığı kadar uzun süreyi Türkiye’de geçirdi; adeta şehir şehir, festival festival dolaştı. Girne’de evinde olduğu nadir sabahlar da gözleri sadece Toros dağlarını gördü. Müzakereleri baştan reddetmesi ve uluslararası temaslarda da son derece sınırlı kalması dikkate alındığında, aslında görev süresi boyunca “Cumhurbaşkanı olarak ne ile meşgul oldu?” sorusu hep bir muamma olarak kaldı.
İzlediği “iki devletli çözüm” politikası, iddia edildiği gibi yeni değil, aslında eski “taksim” politikasının bir tekrarından ibaretti. Üstelik bu politika son beş yıl içinde Kuzey Kıbrıslılara hiçbir yarar sağlamadığı gibi, aksine onları daha da izolasyona itti. Rumlara kurt, Türkiye’ye karşı kuzu bir tutum izleyen Tatar’ın, bundan sonra da farklı bir tutum benimsemesini zaten kimse beklemiyordu. Nitekim son beş yıldır Cumhurbaşkanı olarak sergilediği bu tavır, gelecekte de nasıl bir siyaset izleyeceğinin adeta garantisiydi. Ancak bu tutumun KKTC’ye herhangi bir kazanım sağladığını düşünmüyorum. Aksine, bu dönemde pek çok olumsuz gelişmelere tanık olduk.
Birleşmiş Milletler yetkililerinin tüm çabalarına rağmen bu dönemde Rum tarafıyla ilişkilerde ilerleme değil, tam tersine sürekli bir gerileme yaşandı. KKTC’de iş yapan müteahhitlerin tutuklanması, ardından buna karşılık mülklerini görmeye gelen sıradan Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlarının tutuklanması gibi gerginlikler yaşandı. Ayrıca, Kıbrıslı Türklerin Rum tarafına geçişlerinde artan zorluklar da bu sürecin bir başka olumsuz yansıması oldu. Ne KKTC’yi tanıyan yeni bir devlet çıktı, ne Doğu Akdeniz’deki hidrokarbonlardan bir pay alınabildi, ne de AB ya da başka uluslararası kurumlarla yakınlaşma sağlandı. Aksine, Orta Asya’daki pek çok ülke bu süreçte Rum tarafına daha fazla yakınlaştı. Rum tarafı ise giderek Amerika ve İsrail’le ittifaklarını güçlendirerek iyice Türkiye’ye meydan okur bir pozisyon aldı. Özetle, Kıbrıslı Türkler, bir yandan uluslararası alanda yalnızlaşırken öte yandan Türkiye ile Rum tarafı arasındaki artan gerilimlerin ortasında kaldı.
Daha da kötüsü, Tatar’ın cumhurbaşkanlığı döneminde Kuzey Kıbrıs’ın adı hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda pek çok skandal ve suçla anılır oldu. Ada, giderek Türkiye’nin kirli işlerini yürüttüğü bir “arka bahçe” olarak görülmeye başlandı. Tatar ise ne bu algıyla mücadele etti ne de ortaya çıkan iddialara karşı şeffaf bir tutum sergiledi. Aksine, bazı karanlık figürlerle ilişkili olduğu yönünde söylentiler yayıldı. Hatırlatmak isterim ki, Falyalı’nın eski finans işlerinden sorumlu olan Cemil Önal, öldürülmeden önce verdiği röportajlarda Tatar’ın Falyalı’dan maaş aldığını iddia etmişti. Doğrusu ben bu hususların seçim öncesinde daha çok gündeme geleceğini düşünmüştüm, ancak öyle olmadı. Buna rağmen Tatar seçimi kaybetti. Halbuki o kendini her zaman sempatik bir figür olarak gördü ve Türkiye’nin gücünü de arkasına alınca sırtının yere gelmeyeceğine inandı. Şimdi, bu mağlubiyetin ardından nasıl bir yol izleyeceğini merakla bekliyorum.
Üçüncü olarak, bu seçim sonucunu en çok etkileyen unsurlardan biri de şüphesiz Türkiye oldu. Türkiye’nin etkisi hem olumlu hem de olumsuz yönde hissedildi.
Önce olumsuz taraftan başlayalım: Herkesin gözlemlediği üzere, Türkiye’den gelen heyetler, siyasetçiler ve ünlü isimler köy köy dolaşarak Tatar’ın propagandasını yaptılar. 2020 seçimlerindeki kadar tehditkâr bir tablo ortaya çıkmasa da bu girişimler açık bir güç gösterisi niteliğindeydi. Bununla da kalınmadı; sosyal medya ve geleneksel medya aracılığıyla yoğun bir dezenformasyon kampanyası yürütüldü. Erhürman ne kadar uzlaşmacı bir dil kullanıp seçildiği takdirde Türkiye ile çalışmaya devam edeceğini vurgulasa da, kamuoyuna federasyonun ne kadar tehlikeli bir şey bir şey olduğu ve Erhürman kazanırsa “Kıbrıs’ın elden gideceği” yönünde bir felaket senaryoları kurgulandı. Ancak bu çabaların hiçbiri Tatar’a yaramadı, aksine ters tepti. Türkiye’nin müdahalesi ne kadar görünür hâle geldiyse, Tatar’ın oyları o kadar eridi.
İkinci ve olumlu Türkiye etkisi ise, Türkiye’nin kendi iç gelişmeleriyle ilgili. AKP hükümetinin CHP’ye yönelik baskıları malumunuz. Aslında bu uygulamalar AKP’nin ve Erdoğan iktidarının ciddi şekilde zayıflamasının ve düşüşe geçmesinin bir sonucu. Bununla birlikte halkın korku eşiğini aştığını ve meydanlara çıkarak iradesini ortaya koyduğunu da görüyoruz. Kısacası, Türkiye’de devranın dönmeye başladığı açık. Türkiye’de demokrasi uğruna verilen bu takdire şayan mücadele, Kıbrıslılara da cesaret veriyor. Demokratik haklarını hâlâ görece özgür biçimde kullanabilen Kıbrıslı Türkler, bu seçimde de sandıkta iradelerini güçlü bir şekilde sergilediler. Bu bağlamda, Erhürman’a en kuvvetli tebrik ve selamın Türkiye’de CHP’den gelmesi hiç de şaşırtıcı olmadı.
Sonuçlar hakkında şu yorumları da yapmak mümkün:
Denktaş’tan bu yana hiçbir cumhurbaşkanı koltuğunu koruyamadı. Kıbrıslı Türkler, 2005’ten itibaren bir sağ, bir sol adaya yönelerek koltuk değişimini sürekli kıldılar. Talat’ın ardından Eroğlu, Eroğlu’nun ardından Akıncı, Akıncı’nın ardından da Tatar’ın seçilmesi, aslında sıranın artık yeniden sol bir adaya geldiğini gösteriyordu. Bu tablo aynı zamanda seçmenlerin hiçbir cumhurbaşkanının performansından tam anlamıyla memnun kalmadığını ortaya koyuyor. Ayrıca, seçim sonuçlarına baktığımızda, 2005’ten bu yana sağ adayların seçimleri hep kıl payı kazanırken, sol adayların daha açık farklarla galip geldiğini görüyoruz. Bu durum belki şu şekilde yorumlanabilir: Kıbrıslı Türkler esasen Kıbrıs müzakerelerinin devam etmesinden yana; ancak müzakerelerde beklenen ilerleme sağlanamadığında, beklentilerin karşılanmamasının yarattığı bir tepki ile oylarını sağa kaydırabiliyorlar. Fakat Tatar döneminde olduğu gibi müzakerelerin tümden reddedilmesi politikası, seçmen açısından “geçici bir küskünlük” sınırını aşmış oldu. Bu nedenle de seçmen Tatar’a son 30 yıldır görülmemiş ölçüde ağır bir seçim hezimeti yaşattı.
Bu arada, UBP ve koalisyon ortaklarının bu sonuçlardan nasıl bir ders çıkaracağını da göreceğiz. Doğrusu, sıyası teamüllerin aksine, yakın zamanda istifa etmelerini ya da erken seçime gitmelerini olası görmüyorum; tam tersine, koltuklarına daha da sıkı sarılacaklarını düşünüyorum. Ancak bu koşullarda meşruiyetini kaybetmiş, oldukça zayıf bir hükümeti ayakta tutmaya çalışmaları ne kendileri için ne de ülke için olumlu sonuçlar doğuracaktır. Kuzey Kıbrıs’ın toparlanmaya başlaması için acilen genel seçimlerin yapılması gerekir.
Konu yeni cumhurbaşkanının neler yapıp yapamayacağına gelince… Unutmamak gerekir ki Güney’de hala milliyetçi çizgide bir lider var ve o da gerginlikleri artırmak konusunda boş durmuyor. Nitekim, Kıbrıs meselesinde gelişmeleri şekillendiren yalnızca KKTC cumhurbaşkanlarının performansı değil; aynı zamanda Rum tarafındaki, bölgedeki ve Türkiye’deki dinamikler de belirleyici oluyor. Kıbrıs sorunu ve Kuzey Kıbrıs’ın sorunları öylesine çetrefilli bir noktaya gelmiş durumda ki, bunlar en iyi cumhurbaşkanının bile tek başına aşabileceği konular değil. Bu nedenle gerçekçi olmak ve yeni cumhurbaşkanından da mucizeler beklememek gerekiyor.
“Mucize” dedim ama aslında insanlar mucize beklemiyor. Seçmenlerin öncelikli olarak istediği şey seslerinin duyulması, onurlu bir duruş ve gerçek bir demokratik temsiliyet. Türkiye’nin kuklası gibi bir lider istemiyorlar. Karşısında ister Türkiye hükümeti ister Rum tarafının hükümeti olsun, gerektiğinde uzlaşabilen ama gerektiğinde de dik durup direnebilen ve Kıbrıslı Türklerin iradesini temsil edebilen bir lider arıyorlar.
Aslında sonuç ne olursa olsun, yeni cumhurbaşkanının işi kolay değil. Müzakerelerdeki en yetkili kişi olarak önündeki sorunlar belli ve oldukça çetin. Burada kişilerden ya da isimlerden ziyade önemli olan, adanın her iki tarafında da dar siyasi hesapları aşabilen ve barış dilini benimseyen liderlerin varlığıdır. Eğer liderler, çözülmesi gereken Kıbrıs sorununu bir “sıfır toplamlı oyun” (zero-sum game), yani “onlar kazanırsa biz kaybederiz” anlayışıyla yürütmeye devam ederlerse, olduğumuz yerde saymaktan öteye gidemeyiz. Oysa barış, bir “artı toplamlı oyun”dur (positive-sum game); yani her iki tarafın da birlikte kazanabileceği, ortak çıkarların çatışmaların önüne geçtiği bir süreçtir. Barışı değerli kılan da tam olarak budur: karşılıklı kayıplar yerine karşılıklı kazanımlar üretmesi; toplumların güvenini, refahını ve geleceğe dair umutlarını güçlendirmesidir.
O yüzden Erhürman’ın barış dilini ve uzlaşma felsefesini yalnızca Türkiye ile ilişkilerde değil, Rum tarafıyla ilişkilerde de hâkim kılması; Hristodulidis’i de kucaklayıp ikna etmesini bekliyoruz. İki toplum arasındaki güveni artırmak kolay bir hedef değil, ancak silahlanma yarışı ya da karşılıklı suçlamalarla yürütülen bir laf yarışından çok daha olumlu sonuçlar doğuracağı kesin. Hele ki Erhürman bunu Türkiye’yi karşısına almadan başarabilirse, kendisine sağdan ve soldan gelen tüm oyları sonuna kadar hak etmiş olacaktır.
Kendisini tebrik ediyor yeni görevinde bol şans diliyorum!