Kıbrıs’ta barış tahayyülü: Doğuş Derya ve Jeffrey Sachs röportajları üzerine…
Bu hafta iki söyleşide öne çıkan “Kıbrıs’ta barış” konusunu birlikte ele alarak, adadaki barış tartışmaları hakkında bir şeyler yazmak istedim.
Yonca Özdemir
Uzaktan takip edebildiğim kadarıyla, bu haftanın en çok konuşulan gündemlerinden biri, CTP Milletvekili Doğuş Derya’nın 24 Kasım’da bir televizyon programında yaptığı değerlendirmeydi. Öte yandan, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsız Avrupa Parlamentosu Milletvekili ve aynı zamanda YouTuber olan Fidias da 31 Ekim’de ünlü Profesör Jeffrey Sachs ile bir röportajını yayınlamıştı. Bu hafta bu iki söyleşide öne çıkan “Kıbrıs’ta barış” konusunu birlikte ele alarak, adadaki barış tartışmaları hakkında bir şeyler yazmak istedim.
***
Öncelikle, konuyu yalnızca sosyal medya üzerinden takip edenler için Doğuş Derya’nın ilgili açıklamalarını tam hâliyle aktarmak istiyorum, çünkü aradan cımbızla çekilip paylaşılan ifadeler konuyu çarpıtıyor. Röportajı yapan gazetecinin, “Cumhurbaşkanı Tufan Erhürman’a yönelik ‘Türkiye ile çok iyi anlaştığı, sürekli Türkiye’nin hoşuna giden ifadeler kullandığı’ yönünde eleştiriler var. Bu görüşe katılıyor musunuz?” sorusu üzerine Doğuş şu yanıtı verdi:
“Türkiye iyi anlaşmak bir kusur değildir… Türkiye ile iyi bir diyalog kurmak iyi bir şeydir… Biraz zaman tanımak lazım diye düşünüyorum, ama Tufan Bey bu topluma örnek teşkil edecek bir kişi olarak biraz daha barış dili kullanabilir diye düşünüyorum… Kıbrıslı Rum liderle laf düellosuna giren, yüksek perdeden posta koyan filan, bunu tercih etmiyoruz. Zaten toplum bunu tercih etseydi böyle bir liderlik Ersin Tatar’da kalırdı. … Tufan Bey’in kendisi kucaklayıcı bir kişidir. Barışacağımız toplumla ilgili de kucaklayıcı bir politika yürütmek zorunda. Kimsenin dışarıda kalmayacağı bir toplumsal tahayyülü vardı. Bu ülkeyi yurt bilen herkesin içinde Kıbrıslı Rumlar da vardır, onların da yurdudur, esas yurdudur hatta yani bu ülkede doğup büyüyen insanlar olarak.”
Burada Doğuş, aslında seçimlerden önce de özellikle sol çevrelerde dile getirilen ve seçim sonrasında oldukça yavaş ilerlediği yönünde eleştirilen “değişim” sürecine yönelik tepkileri gündeme taşımış oldu. Ne yazık ki toplumumuzda eleştiriye tahammül oldukça düşük, dolayısıyla Doğuş’un sözleri bazı çevrelerden sert tepkiler aldı. Oysa dost acı söyler ve iyi de eder. Ancak eleştirinin saldırı değil, iyiye ulaşmak için bir katkı olarak kabul edilmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında, Doğuş’un her zamanki gibi düşüncesini cesurca, açık, kibar ve yapıcı bir dille ifade etmiş olmasını takdir etmemiz gerekir, katılsak da katılmasak da.
Dile getirdiği eleştirinin içeriğine baktığımızda ise, gerçekten önemli bir noktaya işaret ettiğini düşünüyorum. Nitekim, Erhürman’ın seçim zaferine dair kaleme aldığım 20 Ekim 2025 tarihli yazıyı da benzer bir vurgu ile sonlandırmıştım: “Erhürman’ın barış dilini ve uzlaşma felsefesini yalnızca Türkiye ile ilişkilerde değil, Rum tarafıyla ilişkilerde de hâkim kılması; Hristodulidis’i de kucaklayıp ikna etmesini bekliyoruz. İki toplum arasındaki güveni artırmak kolay bir hedef değil, ancak silahlanma yarışı ya da karşılıklı suçlamalarla yürütülen bir laf yarışından çok daha olumlu sonuçlar doğuracağı kesin. Hele ki Erhürman bunu Türkiye’yi karşısına almadan başarabilirse, kendisine sağdan ve soldan gelen tüm oyları sonuna kadar hak etmiş olacaktır.”
Çünkü barış istiyorsak yapılması gereken budur. Peki bunun dışında başka ne gereklidir? Doğuş, konuşmasının devamında bunun da ipuçlarını verdi:
“Birazcık daha aşağıdan yukarı doğru, barış kültürünü inşa edici adımlar atılması iyi olacaktır diye düşünüyorum, böyle yüksek perdeden, güvenlik meselesi üzerinden sürekli atışma yerine. Bu ülkede 1960’ların güvenlik mekanizmalarına saplanmak zorunda değiliz ki... Yeni bir güvenlik mekanizması tanımlanabilir. Herkesin kendini güvende hissedeceği bir ortam nasıl tasarlanabilir diye bunun üzerinden teknik çalışmalar yapılabilir... Bunlar müzakere edilebilir diye düşünüyorum. Bu tip konularda toplumun önünü açıcı inisiyatifler almasını bekliyorum. Böyle yüksek perdeden savunma hattında defansif ve arada bir Kıbrıslı Rum lidere laf yetiştiren bir liderlik yerine, bu kapsayıcı tutumunu genişleterek müzakerelerin sağlıklı başlayabilmesi ve ilerleyebilmesi için daha önce olan tıkanıklıkların nasıl aşılabileceği ile ilgili yaratıcı öneriler ortaya koyarak bu işi yürütebileceğini düşünüyorum.”
Burada aslında son derece önemli öneriler olduğunu düşünüyorum. Yıllardır, adadaki en üst düzey liderlerin, onların dar ekiplerinin ve garantör devletlerin inisiyatifine bırakılmış, kapalı kapılar ardında yapılan toplantıların ve müzakerelerin bizi çözüme ulaştırmadığını defalarca deneyimledik. Bunun çözümü tabi ki liderlerimizin masaya oturmayı reddetmesi değil. Tam tersine, Doğuş’un da vurguladığı gibi, barışı “tepeden” beklemek yerine doğrudan halkın kendisine indirmek gerekiyor: yani tepeden aşağı dayatılan modeller yerine, aşağıdan yukarıya doğru işleyen barış süreçlerini denemeye başlamak.
Fakat halklar düzeyinde barış durumunun da pek iç açıcı olmadığını itiraf etmeliyim. Sosyal bilimlerde çok kullandığımız “oyun kuramı” terminolojisi ile ifade etmek gerekirse, bugün liderler nasıl birbirleriyle adeta bir “sıfır toplamlı oyun” (zero-sum game) mantığı içinde rekabet ediyorsa—yani bir tarafın kazanırken diğer tarafın mutlaka kaybedeceğini varsayarak ne pahasına olursa olsun üstün gelmeye çalışıyorsa—adanın Rum ve Türk halkları da benzer şekilde birbirine güvenmeyen, sürekli karşı tarafı sorgulayan bir ruh hâline sahiptir. Oysa Kıbrıs’ta barış dediğimiz şey, ortak bir ülke kurma idealidir; ortaklık ise ancak güvenle mümkün olabilir.
Biz hâlâ oyunu sıfır toplamlı görmeye devam ediyoruz; oysa hem müzakere süreçleri hem de hayalini kurduğumuz iki toplumlu ortak ülke modeli aslında sıfır toplamlı değil, “artı toplamlı” bir denklemdir; yani iki tarafın da aynı anda kazançlı çıkabileceği bir durumdan bahsediyoruz. Aşağıda aktaracağım Prof. Sachs’ın vurguladığı gibi, barış yalnızca iki topluma değil, Türkiye ve Yunanistan başta olmak üzere tüm paydaşlara ekonomik, siyasi ve toplumsal açıdan fayda sağlayacak bir süreçtir. Ne var ki, mevcut koşullarda, barışı mümkün kılacak olan karşılıklı güven duygusu ne liderlerde ne de toplumun geniş kesimlerinde yeterince güçlüdür.
Sanırım Kıbrıslıların en büyük ikilemi burada yatıyor: Barışı istiyoruz, barışın getireceği olumlu sonuçları da gayet iyi biliyoruz; ancak karşı tarafın bizi kazıklayacağı ya da dezavantajlı duruma düşüreceği korkusuyla hiçbir taviz vermek istemiyoruz. Verilebilecek her ödünü bir kayıp olarak görüyor, masaya maksimalist taleplerle giderek barışı daha en baştan zora sokuyoruz. (Bunu her iki taraf için de söylüyorum.)
Buna oyun kuramında “tutsakların ikilemi” (prisoner’s dilemma) diyoruz. Bu kuram, iki aktörün—ister devlet olsun ister toplum, grup ya da birey—kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışırken nasıl daha kötü bir sonuca sürüklendiklerini açıklar. Kıbrıs’ta onlarca yıldır yaşadığımız tam olarak budur. Taraflar birbirine güvenmediği için kendi güvenliklerini sağlama alma amacıyla karşı tarafa zarar verecek stratejilere yöneliyor; fakat bunu yaptıklarında aslında kendilerine de zarar vermiş oluyorlar. Çünkü aslında güvenin tesis edildiği bir iş birliği zemini, her iki tarafın da çok daha fazla çıkarına olacaktır.
Bu tutsakların ikilemi on yıllardır adayı tutsak almış durumda. Taraflar birbirleriyle anlaşamadıkça ve kalıcı bir barışa ulaşamadıkça, daha kötü koşullarda yaşamaya mahkûm oluyorlar. Elbette bu koşullar, tanınmayan bir ülkede yaşayan bizler açısından Rum tarafına kıyasla çok daha ağır hissediliyor.
***
Fidias’ın Columbia Üniversitesi’nden ekonomi profesörü Jeffrey Sachs ile yaptığı röportaj da tam olarak bu meseleye işaret ediyordu. Aslında Ukrayna Savaşı’na yönelik eleştirileri nedeniyle Sachs’la bir söyleşi yapan Fidias, konu Kıbrıs’a geldiğinde adeta hazırlıksız yakalandı. Ancak Fidias’ın çok sevdiğim ve onu diğer Kıbrıslı siyasetçilerden ayıran en önemli özelliklerinden biri, yeni fikirlere ve eleştirilere açık duruşu. Bu röportajda da bunu açıkça görmek mümkündü.
Sachs, Erhürman’ın seçilmesini Kıbrıs’ta barış için önemli bir fırsat olarak gördüğünü belirterek, “Başkanınız bu fırsatı kaçırmamalı; barış yanlısı olduğunu söyleyen bu yeni liderle konuşmalı,” dedi. Barışın dışarıdan dayatılmayacağını, ancak adada yaşayanlar tarafından inşa edilebileceğini vurgulayan Sachs, iki liderin uzlaşması hâlinde Türkiye ve Yunanistan’daki yetkililerin de ikna edilmesinin zor olmayacağını savundu. Yaptırımların barışa hizmet etmediğini söyleyen Sachs, Erhürman ile diplomasi yoluna gidilmesi gerektiğini; Hristodulidis’in sert bir tutum almak yerine el uzatmasının çok daha doğru bir yaklaşım olacağını ifade etti. Taraflar arasındaki güvensizlik duygusunun, iki tarafta da “sert oğlan” rollerini tetiklediğini, ancak güven artırıcı jestlerin ve artan iş birliğinin barış yolunu açabileceğini dile getirdi. Ayrıca “dişe diş, göze göz” yaklaşımının kötü bir strateji olduğunun altını çizerek, en azından ilk etapta barış için uzatılacak bir elin ne kadar kritik olduğunu özellikle vurguladı.
Sachs, Fidias’ın “Ama Türkiye’ye güvenebilir miyiz? Türkiye barıştan gerçekten yarar sağlar mı? Biz yıllardır zaten diplomasi yoluyla uğraşıyoruz,” şeklindeki itirazlarını net bir biçimde reddetti. “Hayır, yeterince uğraşmadınız. Türkler 2004’te Annan Planı’na ‘evet’ dedi, siz reddettiniz. Elbette barış Türkiye için de pek çok fayda sağlar,” diyerek tarihsel bir hatırlatma yaptı ve ekledi: “Eğer trajedinin üstesinden gelmek istiyorsan, diğer tarafla güzel bir başlangıç yapmalısın.” Kısacası, Sachs’a göre adanın iki toplumunun kendilerini onlarca yıldır rehin alan bu ikilemden kurtulabilmesinin tek yolu, karşılıklı güveni artıran bir barış diplomasisini cesaretle yeniden başlatmaktır.
***
Ben de Sachs gibi Türkiye’nin adada barışı kendi çıkarına görme olasılığının yüksek olduğunu düşünüyorum ve bu nedenle de Türkiye’yi barışın önündeki en büyük engel olarak görmüyorum.
Sachs’in dediklerini Doğuş’un dedikleri ile birleştirilmek gerekirse, elbette adadaki iki taraf arasında karşılıklı olarak yapılan sert tonlu söz düelloları, barış yönünde atılmış doğru adımlar değil, mevcut güvensizlik hissini daha da pekiştiren unsurlar. Liderler tabi ki güven ortamı yaratmayı ve bu sorunu çözmeyi öncelikleri haline getirmeyi seçebilir, fakat mevcut siyasi koşullarda bunu seçmeme olasılıkları daha yüksek. Takdir edersiniz ki yılların biriktirdiği nefret söylemleri, güvensizlik hissi, milliyetçi hamaset ve statükonun sağladığı birtakım çıkarlar liderlerin bu cesur yolu tercih etmesini oldukça zorlaştırıyor.
Üstelik oyun teorisine göre, taraflar ilk hamleyi yapanın dezavantajlı olacağını düşündükleri sürece kimse adım atmak istemiyor. Güvence olmadan hareket etmek irrasyonel görünüyor; “ilk adımı atarsam zayıf düşerim” kaygısı statükoyu sürekli yeniden üretiyor. Sonuçta da bugün geldiğimiz noktada, liderler masaya oturmayı bile koşullara bağlamaya çalışıyor—ki bu da barış sürecini daha başlamadan tıkıyor. Bu çıkmazın aşılabilmesi için her iki tarafta da gerçekten cesur ve vizyon sahibi liderlerin aynı anda iktidarda olması gerekiyor; bu ise pratikte son derece güç.
Ama bir başka yol daha var: Liderleri tabandan yükselen bir taleple barışa zorlamak da mümkün. Zaten tabanda bir karşılığı olmayan barış, referandumda yine tökezlemeye mahkûm. Elbette bunun için gerekli toplumsal koşulların Kıbrıs’ta henüz olgunlaşmadığını biliyorum. Adada Rumlar ve Türkler arasında olumlu ve düzenli etkileşim yaşayanların sayısı hâlâ oldukça sınırlı. Ancak bu koşulların hiçbir zaman oluşturulamayacağına dair bir kural da yok. Aksine, toplumlar arası etkileşimi artırmak, güven yaratmak ve ortak bir gelecek fikrini tabandan inşa etmek mümkündür—yeter ki buna yönelik adımlar atılsın.
Belki artık bu alternatif yolları zorlamanın, güvenliği silahlardan ve başka ülkelerle yapılan ittifaklardan ziyade iki toplumun karşılıklı güven hissinde aramanın zamanı gelmiştir. Bunun için de toplum düzeyindeki yakınlaşmalara, kaynaşmaya daha fazla odaklanmak; liderler kucaklaşmasa bile toplumların kucaklaşmasını sağlamak gerekiyor. Bunun için de iki taraf arasındaki geçişlerin yalnızca alışveriş amacıyla sınırlı kalmaması, sivil toplumun öncülüğünde iki toplumlu etkinliklerin artması şart. Kolay olmadığını biliyorum; ancak karşılıklı güvenin inşa edilmesi ve önyargıların kırılması ancak bu tür temaslarla mümkündür. Elbette bu süreç kırılgandır. Kuzeye geçen Rumların tutuklanması gibi olaylar yaşanmaya devam ederse, oluşabilecek güven hissinin bir anda yok olması da olasıdır.
Kısacası… Kimse barışın kolay olacağını iddia etmiyor. Ama zaten güzel olan hiçbir şey de kolay değildir.